Konu gündemimizde nadiren yer bulabilse de iklim değişikliği ile psikolojik rahatsızlıklar arasında güçlü bir ilişki olduğu görülüyor.
Türkçeye ‘Büyümeme’ veya ‘Küçülme’ olarak çevrilen Degrowth, özellikle provokatif ismi nedeniyle birçok ekonomist tarafından radikal olduğu gerekçesiyle eleştirilirken, birçok insana da eski zamanlara geri dönmeyi çağrıştırabiliyor. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel olarak en derin ekonomik durgunluğu deneyimlediğimiz ve toplumdaki eşitsizliklerin daha görünür hale geldiği bu dönemde alternatiflere açık olmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
COVID-19, 2019 yılı Aralık ayında Çin’de ilk vakaların tespit edilmesi ve sonrasında birçok ülkeye hızla yayılmasıyla 2020’nin Mart ayında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından pandemi olarak ilan edildi. 2020 yılının ilk yarısına gelindiğinde toplam yarım milyona yakın can kaybı ve 9 milyondan fazla insanın enfekte olduğu bildirilirken dünya çapında deneyimlenen sağlık ve ekonomi krizi birçok insan için sürdürülebilir sistemler inşa etmediğimizi gözler önüne serdi.
Büyüme odaklı sosyo-ekonomik düzene eleştiri getiren Küçülme hareketi, sürdürülebilirlik ve eşitliğin merkezde olduğu yeni bir düzene geçiş için öneriler de sunuyor. Bu öneriler, içinde bulunduğumuz küresel sağlık krizinin sosyal, siyasi ve ekonomik etkileri üzerine kafa yorduğumuz şu günlerde iş dünyası da dahil olmak üzere toplumdaki farklı aktörler için daha iyi bir dünyayı nasıl yaratabileceğimize dair ilginç ipuçları barındırıyor. Zira büyümeme akımı on yıldan fazla bir süredir şu sorulara cevap bulmayı amaçlıyor:
S360 kısa yazı serisinde bu sorulara yanıt bulmak üzere Küçülme hareketini tartışıyoruz.
Ülkelerin gelişmişlik seviyelerinin çoğunlukla kişi başına düşen milli gelir üzerinden değerlendirildiği bir düzende yaşıyoruz. GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) artışıyla elde edeceğimiz daha büyük bir ekonominin her zaman daha iyi olduğunu politikacılardan, iş liderlerinden, ekonomistlerden, haberlerden ve daha birçok yerden duymaya da alıştık. Dolayısıyla birçok insanın gözünde refaha ulaşma yolu doğrudan ekonomik olarak büyümekten geçiyor ve bu çerçevede ‘gelişmiş’ olmak ekonomik olarak büyümekle eş değer tutulabiliyor. Bu da ekonomik büyümeyi sağlayan politikaların toplumdaki tüm bireyler için daima faydalı olduğu düşüncesine yol açabiliyor.
Refah ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki, büyümenin getirdiği olumsuz etkileri ortaya koyan çalışmaların sayısının artmasıyla birlikte git gide daha fazla sorgulanıyor. 1972 yılında büyümenin maliyetlerini ilk kez modelleyerek büyük yankı uyandıran The Limits to Growth (Büyümenin Sınırları) kitabının yayımlanmasıyla birlikte sınırları olan bir gezegende sınırsız bir büyümenin mümkün olup olmadığı daha çok tartışılmaya başlandı.
Yapılan hesaplamalara göre daha sık karşılaştığımız şiddetli hava olaylarıyla birlikte iklim krizi, bizlere gezegenin limitlerine yaklaşmaya başladığımızı daha sık hatırlatıyor. Örneğin, kayıt tutmaya başladığımız 1880 yılından beri, ölçümlenen en sıcak beş yıl 2015’ten bu yana kaydedildi. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel on Climate Change-IPCC) tarafından yayımlanan rapora göre ise, sera gazı emisyonlarının günümüz seviyesinde devam ettiği bir senaryoda iklim değişikliğini 1,5°C ile sınırlayabilmek için elimizde olan karbon salımını sınırlama bütçesini 8 yıldan daha kısa bir sürede harcamış olacağız(1).
Sayıları gittikçe artmakta olan birçok çalışma, iklim değişikliğine neden olan karbon salımlarını kontrol altına almak için en etkili yolun ekonomik büyümenin en önemli bileşenlerinden biri olarak görülen tüketimi azaltmak olduğunu vurguluyor. Örneğin, gıda sisteminin çevre üzerindeki etkisini inceleyen en kapsamlı analizin çıktıları, iklim krizini önlemek için gelişmiş ülkelerde tüketilen et ürünleri miktarının azaltılması gerektiğini belirtiyor(2).
Araştırmalar, herkesin ABD’de ortalama yaşam standartlarında yaşayan bir insan kadar tüketim yaptığı senaryoda dört dünyaya daha ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor(3). İklim değişikliğiyle mücadelede tüketimi azaltma rolünün yanı sıra, özellikle fosil yakıt üretimini sınırlandırmanın hem karbon salımlarını azaltmada hem de çevre adaleti sağlamadaki rolüne de dikkat çekiliyor(4).
Özellikle son yıllarda ekonomik büyüme ve eşitsizlik arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmaların çıktıları, ekonomik büyümenin getirdiği faydaların eşit paylaşılmadığını ortaya koyuyor. 1980 yılından beri verimlilikteki sürekli artışa rağmen çalışma saatleri kısalmadığı gibi işçi maaşları da yükselmiyor(5). Bu durum, maaşların ekonomik büyümeden aldığı payı azaltırken gelir eşitsizliğinin de artmasına yol açıyor. Son 25 yılda dünyanın en zengin %1’lik kesiminin elde ettiği gelir miktarı en yoksul %50’lik kesimin gelirinin tamamından daha çok. Ayrıca, bu süreçte gerçekleşen toplam gelir artışının neredeyse yarısı dünyadaki en zengin %10’luk kesime gitti(6). Bu da aslında hiç olmadığı kadar fazla üretmemize rağmen, toplumdaki sosyo-ekonomik eşitsizliklerin azalmak yerine artmakta olduğunu gösteriyor, zira dünyada 10 kişiden 7’si son 30 yılda ekonomik eşitsizliğin arttığı bir ülkede yaşıyor(7).
Ekonomik büyüme ve tüketim odaklı bir sistemin ekolojik maliyetlerinin yanı sıra insan psikolojisi üzerinde de negatif etkileri bulunuyor. Statü yarışı, uzun çalışma saatleri ve her zaman daha iyi performans gösterme baskısının insanlar üzerinde stres, uyku bozukluğu, yorgunluk ve psikolojik rahatsızlığa neden olduğunu ortaya koyan çalışmaların sayısı hızla artıyor. Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization - WHO) verilerine göre, 1990'dan 2013'e depresyon ve anksiyete bozuklukları sırasıyla %54 ve %42 artmış. Şu anda dünya çapında 700 milyon kişinin ruhsal bir hastalığı olduğu tahmin edilmekte(8). Bununla birlikte, belirli bir seviyenin üstündeki ekonomik büyümenin mutluluğu beklenen şekilde arttırmadığı belirtiliyor. Temel ihtiyaçların karşılanmış olduğu ülkeler arasında yapılan araştırmalar, mutluluk seviyesinin milli gelir düzeyinden bağımsız olduğunu ortaya koyuyor(9).
Bu durum, hayatımızda gerçekleşen maddi iyileşmelere bir süre sonra uyum sağlamamızdan dolayı zaman içinde aldığımız tatminin düşüyor olmasıyla açıklanıyor. Yani; kısa ve geçici bir süreliğine elde ettiğimiz haz, yerini daha fazla kazanmayı istemeye, böylelikle tekrar geçici bir mutluluğa ulaşmak için çalışmamıza sebep oluyor. Oluşan bu döngü, büyümenin aslında hiçbir zaman kimse için “yeterli” olmamasına neden oluyor. Fakat hala gelir ve maddi standartlar, mutluluk için önemli faktörler arasında. Özellikle, iş sahibi olmak mutluluğa katkı sağlayan en önemli faktörlerden biri. Ancak, çalışmalarla vurgulanmak istenen, temel ihtiyaçlarımızın karşılandığı belli bir noktadan sonra elde ettiğimiz maddi kazanımların uzun vadede hayattan aldığımız tatmine aynı şekilde katkıda bulunmadığı. Bu konuda yapılan çalışmalar psikolojik refahımız için önemli olanın mutlak değil, göreli gelir düzeyimiz olduğunu ortaya koyuyor.
Yani aslında kendi kazandığımız gelirin miktarından ziyade diğer insanlara kıyasla ne kadar gelir elde ettiğimiz bizim için daha büyük bir önem taşıyor. 30 yıldır takip edilen 200 farklı veri seti ile gerçekleştirilen ve büyük bir yankı uyandıran bir çalışmanın çıktıları, belirli bir milli gelir düzeyine eriştikten sonra toplumsal refahı artıran şeyin ekonomik büyüme değil eşitlik olduğunu ortaya koyuyor(10).
Ekonomik büyümenin getirdiği faydaların ne derece eşit paylaşıldığının ve nasıl maliyetler doğurduğunun görülmesi, farklı bir gelecek düşünürken ekonomik büyümenin ne derece arzulanabilir olduğunu sorgulamayı da beraberinde getiriyor. Bu sorgulamalarla yola çıkan Küçülme akımı, büyüme kavramının otomatik olarak daha iyi ile özdeşleştirilmesine ve ekonomik büyümenin bir araçtan ziyade amaç haline gelmesine karşı çıkıyor. İlk olarak 1972 yılında Fransızca kaynaklarda adı geçen ve 2008 krizinden sonra Paris’te gerçekleşen Degrowth Konferansıyla birlikte resmi olarak degrowth (planlı ekonomik Küçülme/büyümeme, ya da yazıda da kullandığımız kısa haliyle, Küçülme) adını alan hareket, yıllar içerisinde özellikle akademik ve aktivist çevrede gittikçe daha fazla insan tarafından desteklenmeye başlandı. Son 10 yılda konu etrafındaki tartışmaların artmasıyla Küçülme kavramı da çeşitlendi ve pek çok farklı akımdan beslenerek tekil bir kavram olmaktan çıktı.
İnsan refahının ve ekolojik sürdürülebilirliğin merkeze ve güvence altına alındığı bir düzende gönüllü ve adil bir şekilde üretim ve tüketim ölçeğinin azaltılması gerektiğini savunuyor. Böylelikle ekonomik ayak izinin azaltılarak refahın ve mutluluğun hedeflendiği bir yol haritası çiziyor.
Hareketin destekçileri öncelikle tüketim ve büyüme saplantısından vazgeçilmesi gerektiğini vurguluyor: Politik çabanın odağında insan refahını gezegenle uyum içinde artırmak olmalı, ekonomik olarak büyümek değil.
Toplumsal olarak eşitlikçi ve ekolojik olarak sürdürülebilir bir toplum öneren Küçülme akımının katı ve önceden belirlenmiş kurallara dayalı bir planı bulunmuyor, zira hareketin eşitlikçi ve katılımcı yapısının da buradan geldiği söyleniyor. Bu nedenle alternatif düzenin hangi politikalar ve stratejilerle gerçekleşeceğine dair her konuda uzlaşma olduğunu söylemek mümkün değil, ancak hareket içinde genel olarak kabul gören beş strateji öne çıkıyor.
Küçülme hareketinin dönüşüm yolundaki ilk hedefi gelişmenin ve refahın bir göstergesi olarak GSYH kullanımının bırakılması.
GSYH’nin açıklama gücü düşük bir gösterge olduğu hem ana akım hem de eleştirel ekonomi teorileri tarafından çokça vurgulanıyor. İkinci Dünya Savaşı döneminde ülkelerin ekonomik olarak toparlanmasının göstergesi olarak kullanmaya başladığımız GSYH, bazı amaçlara ulaştığımızı anlamak için uygun olmasına rağmen diğer hedefler İçin yeterli ve doğru bir hesaplama sunamıyor.
GSYH’nin eksik yanlarından ilki, bir ülkede yıl içinde gerçekleşen mal ve hizmet değişimlerinin değeri hesaplanırken “iyi” ve “kötü” denilebilecek ekonomik etkiler arasında bir ayrım yapmıyor olması. Örneğin, kereste elde etmek için ormanların kesilmesi ya da kömüre ulaşmak için dağların delinmesi GSYH’nin artmasına neden oluyor. Bu nedenle bu gösterge, çevresel ve sosyal maliyetleri göz önüne almamasından dolayı çokça eleştiriliyor ve iklim krizini kontrol altına almak için az ve sınırlı zamanımızın kaldığı bu dönemde bu eksiklik daha da yıkıcı sonuçlar doğurabiliyor.
Çevresel bozulmaların “dışsallık” olarak hesaplama dışı bırakılmasının yanı sıra, ülke içindeki eşitsizlik de GSYH’yi etkilemiyor. Örneğin, nüfusun %10’unun, toplam servetin %75’ini kontrol ettiği zengin bir ülke, daha eşit bir paylaşımın olduğu ve göreceli daha düşük gelirli bir ülkeden daha yüksek sıralarda yer alıyor.
GSYH hesaplamalarına parasal değeri yıllık 10,8 trilyon dolara ulaşan ev içi bakım emeği de dahil edilmiyor(11). Bunlarla birlikte bir ülkenin refahı için kritik olarak görülen sağlık, temiz hava, toplumsal cinsiyet eşitliği ve eğitim gibi birçok nokta da göz ardı ediliyor.
Küçülme akımı, ülkenin refah göstergesi olarak GSYH yerine ekolojik sınırların ve eşitliğin dahil edildiği farklı göstergeler kullanarak başlamamız gerektiğini belirtiyor. Bu tarz göstergelere ise halihazırda sahibiz. Bunlardan en popüler ve yaygın olanı, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından geliştirilen İnsani Gelişme İndeksi (Human Development Index - HDI). 1990 yılında geliştirilen HDI, gelirin yanı sıra yaşam beklentisi, eşitsizlik ve eğitim faktörlerini de içeriyor. Bu nedenle GSYH tablosunda, örneğin, Norveç 10., ABD 11. sırada iken; HDI tablosunda bu ülkelere sırasıyla 2. ve 24. sırada geliyorlar. Bununla birlikte, Küçülme hareketi destekçileri tarafından önerilen diğer bir araç Gerçek İlerleme Göstergesi (Genuine Progress Indicator - GPI). Bu gösterge, GSYH’ye dahil edilen tüm faktörleri içerirken dışarda bırakılmış olan çevresel ve sosyal faktörleri de değerlendirmeye alıyor. Örneğin, çevresel bozulmaya neden olan aktiviteler veya yoksulluk oranının artması GPI’nın düşmesine neden oluyor.
Küçülme hareketine göre, ekolojik sınırlar ve insani gelişim göz önüne alındığında, tüm sektörlerin sürekli olarak büyümesi rasyonel değil. Bu nedenle büyümesi ve küçülmesi gereken sektörler arasında bir ayrımın yapıldığı ve yatırım kararlarının bu değerlendirmeyle alındığı bir düzene geçilmesi gerektiği vurgulanıyor. Refah için kritik önem taşıdığını düşündüğümüz faktörlerin demokratik bir şekilde tekrar değerlendirilmesi sonucu hem üretimde hem de tüketimde istekli bir azaltmaya gidilerek çevreye zarar veren sektörlerde (fosil yakıt endüstrileri, madencilik ve toplu tüketime yönlendiren reklam sektörü gibi) büyümenin yavaşlatılması, insan refahını artıran sektörlerin (eğitim, sağlık, yenilenebilir enerji gibi) ise gelişmesi öneriliyor.
Koronavirüs salgınıyla birlikte toplumun işleyişi için temel olan sektörlerin göz önüne çıkmasıyla Küçülme hareketinin bu stratejisi bugünle daha alakalı bir hale geliyor. Güvenlik, barınma, sağlık hizmetine erişim gibi haklara birçok insanın sahip olmamasının getirdiği yıkıcı etkiler, temel ihtiyaçlarımızı daha iyi karşılayan bir sistem inşa etmemiz gerektiğini ortaya koyuyor.
İçinde bulunduğumuz ekonomik büyüme paradigması, “aşağıya sızma etkisi” olarak Türkçe’ye çevrilen “trickle down effect” prensibine dayanıyor. Buna göre, toplumdaki zengin kesimin servetinde yaşanan yükselme zaman içinde daha yoksul kesimlere ulaşarak herkese fayda sağlıyor. Kısacası varlıklı bireyler daha fazla harcama yaparak daha fazla büyüme ve iş olanağı yaratıyor, böylelikle ekonomik olarak daha düşük seviyede olan bireylerin de yaşam standardı yükseliyor. Bu da varlıklı bireylerden alınan vergi miktarının azaltılarak daha fazla yatırımın teşvik edilmesiyle mümkün kılınıyor.
Küçülme destekçileri bu anlayışa karşılık olarak bu politikaların uygulandığı birçok ülkede zengin ve yoksul arasındaki uçurumun arttığına, bu nedenle savunulduğu gibi bir aşağıya sızma etkisi olmadığına dikkat çekiyorlar(12). Bununla birlikte daha iyi bir dünya yaratmak için gerekli kaynaklara halihazırda sahip olduğumuzu belirtiyorlar.
Bu noktada daha fazlasının değil daha eşit bir paylaşımın toplumsal refahı arttıracağı fikriyle, gelir ve servetin hem ülkeler içinde hem de ülkeler arasında yeniden dağıtılması öneriliyor. Yapılan hesaplamalar, küresel olarak en zengin %10’luk kesimin servetinin yalnızca %7’sinin tekrar dağıtılmasının dünyadaki tüm yoksulluk problemini çözebildiğini ortaya koyuyor(13).
Küçülme hareketi, aşağıya sızma hipotezinin karşısına aşırı gelir ve servetin tekrar dağıtılmasına yardımcı olacak politik ve ekonomik araçlar koyuyor. Bunlar arasında en öne çıkan, herhangi bir koşula bağlı olmaksızın her bireye ya da haneye verilen evrensel temel gelir (Universal Basic Income) uygulaması. Buradaki evrensel sözcüğü küresel olarak değil, en geniş anlamda bir ülkedeki tüm vatandaşları kapsama olarak kullanılıyor. Bununla birlikte yüksek miktardaki gelir ve servetin daha fazla vergilendirildiği artan oranlı vergilendirme uygulamaları da teşvik ediliyor.
Küçülme anlayışı, gezegenin sınırlarını aşmadan çevresel sürdürülebilirliğe ulaşabilmek için insan faaliyetlerinin çevresel etkisinin azaltılması gerektiğini savunuyor. Bu nedenle biyoçeşitliliğin korunması, ihtiyaç dışı tüketim ve seyahatin azaltılması (örneğin yurt içi ve yakın mesafelerde uçak yerine tren kullanmak) ve sürdürülebilir ve yerel bir gıda üretim sistemine geçiş ön plana çıkıyor.
Doğal yaban hayat alanlarında yaşanan bozulmaların virüslerin hayvanlardan insanlara geçme olasılığını arttırdığını ortaya koyan çalışmalar, koronavirüs pandemisi sonrası iyileşme döneminde biyoçeşitliliğin korunmasının tüm canlılar için hayati önemini gösteriyor(14). Dönüşüm sürecinde önemli miktarda üretimi yerelleştirmenin ve tedarik zincirlerini kısaltarak şeffaflık yoluyla bu sistemlere dayanıklılık kazandırmanın önemi vurgulanıyor. Koronavirüs salgını ve alınan önlemler de tedarik zincirlerinin kırılganlığını su yüzüne çıkararak dayanıklılık vurgusunu arttırdı. Daha yerel, sürdürülebilir ve küçük üretim alternatiflerinin hayata geçirilmesi ve desteklenmesinde iş dünyasının fazla sorumluluk alması yönünde beklenti artıyor.
Dönüşüm sürecinin her alanında demokrasi ve katılımcı karar alma mekanizmaları yer alıyor. Yani hangi sektörlerin büyümesi veya küçülmesi gerektiği ya da nasıl bir temel gelir programının uygulanacağı, aktörlerin bu süreçte demokratik olarak aldığı kararlara bağlı olarak belirleniyor. İnsanların kendi hayatlarını etkileyen kararlarda söz sahibi olması gerektiğini savunan Küçülme hareketi, özellikle toplumdaki dışlanmış grupların bu sürece dahil edilmesi gerektiğini vurguluyor.
COVID-19 önlemleriyle birlikte dünya çapında azalan trafik ve birçok fabrikanın üretimini durdurması sonucu küresel karbon salımları 2006 yılından bu yana görülmemiş seviyelere geriledi ve Nisan ayında geçen yılın aynı dönemine göre %17 daha düşük ölçüldü.
2020 yılı toplam salımları için yapılan tahminler virüsü kontrol altına almak için yılın geri kalanında uygulanacak kontrollerin sıkılığına bağlı olarak farklılık gösterse de Uluslararası Para Fonu (IMF) hesaplamalarına göre %5,7 oranında bir düşüş bekleniyor.
Ancak birçok ülkede kontrol önlemlerinin hafifletilmesiyle salımların salgın öncesi seviyelere döndüğü ve iklim değişikliğine neden olan gazların atmosferde yüzyıllardır birikmekte olduğu göz önüne alındığında, bu oran birçok araştırmacı için kısa dönemli davranış değişikliklerinin iklim krizini önlemede ne kadar yetersiz olduğunu ortaya koyuyor.
Ekonomik olarak bakıldığında ise dünyada kişi başına düşen gelir düzeyindeki daralma 1870 yılından beri en fazla sayıdaki ülkede gerçekleşiyor. Dünya Bankası tarafından hazırlanan yayın, 2020 yılında küresel GSYH’nin %5,2 oranında azalmasını öngörüyor(15). Bu durum “büyümeme” kavramının içinde bulunduğumuz zorunlu ekonomik küçülme durumuyla karıştırılmasına yol açabiliyor.
Hareketin destekçileri bu durumun Küçülme olmadığını altını çizerek belirtse de bazı yazarlar bu süreci “Küçülme hayalinin gerçekleşmesi” şeklinde yanlış okuyabiliyor. Destekçiler, 2008 krizinde olduğu gibi “Onların ekonomik durgunluğu bizim küçülmemiz değil!” sloganıyla Küçülme’nin, büyüme odaklı bir ekonomideki GSYH azalmasına eşit olmadığını vurguluyorlar.
Küçülme, öncelikle bu dönüşümün insanların istekleri doğrultusunda ve demokratik olarak gerçekleşmesi gerektiğini savunuyor. İkinci olarak, üretim ve tüketimin azaltılmasına ve toplumun daha adil bir şekilde yeniden düzenlenmesine uzun vadeli bir bağlılık gerektiriyor. Son olarak ise COVID-19’un toplumdaki kırılgan kesimleri daha fazla etkilediği göz önüne alındığında, Degrowth dönüşümünün merkezinde adalet ve eşitlik yattığı vurgulanıyor. Bu noktada Küçülme destekçileri, içinde bulunduğumuz politik-ekonomik sistemin yaşanan krize adil ve insancıl bir şekilde cevap vermediğini vurguluyor.
Kısacası, hareketin destekçileri içinde bulunduğumuz durumun bir Küçülme hali olmamasının yanı sıra, mevcut yaşam tarzımızın sürdürülemez ve kırılgan olduğunu göstererek aslında Küçülme’ye neden daha fazla ihtiyacımız olduğunun ortaya çıktığını belirtiyorlar.
Küçülme, çoğu insan için ilk duyuşta negatif bir algı yaratabiliyor, zira insanlar neden küçülmek istesinler ki? Hareketin sunduklarını savunan ancak bu negatif çerçevelemenin hareketin ilerlemesi için bir engel oluşturduğunu söyleyen yazarların bazıları, daha geniş çevrelere ulaşabilmek adına isim değişikliğine gidilmesini öneriyor.
Ancak çoğu Küçülme destekçisi, bu provokatif/kışkırtıcı adın kasıtlı olarak seçildiğini belirtiyor. Küçülme’nin kolektif refahı nasıl sağlayabileceğimizle ilgili önerdiği stratejiler belirli akademik ve aktivist çevrelerde hızla kabul görüyor olsa da toplum geneli, özellikle toplumdaki güçlü kesimler tarafından kabul edilmesinin zor olduğu, hareketin destekçileri tarafından da kabul ediliyor. Bu da Küçülme’nin politik olarak ulaşılabilir bir düzen mi yoksa bir ütopya mı olduğu sorularını ortaya çıkarıyor. Küçülme aktivistleri, gücü elinde tutan azınlık kitlenin bu gücün daha eşit paylaşıldığı bir düzene karşı çıkmasının kaçınılmaz olduğunu belirtiyorlar.
Gerçekleşme imkansızlığına yapılan bu vurguya karşılık olarak Küçülme akımı destekçileri, iklim krizi gerçeğinde sınırsız bir büyüme peşinde koşmanın daha imkansız olduğunu söylüyorlar. İklim kriziyle mücadele etmek için ihtiyacımız olan tüm kaynaklara sahip olduğumuzu belirtirken atmosferdeki karbon miktarını azaltmak için bir mucize gerekmediğinin altını çiziyor ve ekliyorlar: Sera gazlarını ve onlarla nasıl mücadele edeceğimizi biliyoruz, yalnızca bu adımları atmak için politik veya ekonomik isteğimiz yok.
Küçülme hareketinin dönüşüm sonucunda var olacak sisteme dair net bir planının olmaması, uygulanabilirliğin yanı sıra tam olarak neyin uygulanacağı sorularını da doğuruyor. Bu yüzden muğlak bir çerçeve çizmeleri nedeniyle eleştirilen Küçülme savunucuları, geleceği katılımcı demokrasi ile şekillenecek bir hareketin muğlaklıktan çok da uzak olamayacağını belirtiyorlar.
Küçülme, politik olarak ulaşılabilirliğinin yanı sıra ekonomik sonuçları açısından da soru işaretleri uyandırıyor. Ekonomik büyüme olmadan istihdamın nasıl yaratılacağı en çok yöneltilen sorulardan biri. Küçülme destekçileri bu noktada gelişecek sektörlere, çalışma saatlerinin azaltılmasına ve iş paylaşımına vurgu yapıyorlar. Bunun yanı sıra, evrensel temel gelir uygulamasıyla birlikte enflasyona ne olacağı ve insanların üretme isteğinin nasıl etkileneceği de en çok tartışılan noktalar arasında yer alıyor.
Birçok insanın hala temel hizmetlere erişemediği gelişmekte olan ülkelerde ise Küçülme’nin uygulanıp uygulanmayacağı konusunda farklı görüşler yer alıyor, zira ekonomik büyüme bu ülkeler için çok önemli bir yer tutuyor. Öte yandan, bu ve benzeri sorulara dair olası patikalar (haftada kaç saat çalışmamız gerektiği, karbon vergisi miktarı, temel gelir seviyesi, vergilendirme oranları, vb.) ve bunlara nasıl ulaşılabileceğiyle ilgili stratejileri modelleyen akademik çalışmaların sayısı hızla artıyor(16).
Özellikle COVID-19 pandemisiyle birlikte daha da gün yüzüne çıkan ekonomik, ekolojik ve sosyal krizlerin iç içe geçmişliği, kriz sonrası iyileşme sürecinin yalnızca ekonomik bir perspektiften ele alınmasının ne kadar yetersiz kalacağını ortaya koydu.
Bu, her anlamda daha sürdürülebilir bir düzen inşa etmek için hızlı bir şekilde harekete geçmemiz gerektiğine işaret ederken aşağıda paylaştığımız ülke/kurum bazlı bazı örnekler bu değişimin çoktan başladığına dair sinyal veriyor.
Birçok şirket iklim krizini gelecek planlamalarına dahil ediyor & çağrıda bulunuyor:
Sıklıkla karşı karşıya kaldığımız felaket senaryolarına rağmen içinde yaşamak istediğimiz dünyayı hayal etmek bizlerin elinde. Değiştirmek ve dönüştürmek hayal kurmakla başlıyor, daha sürdürülebilir bir dünya inşa etmek ise gittikçe daha çok insanın hayali haline geliyor.
Bunu nasıl başarabileceğimizle ilgili yol haritaları her geçen gün daha da şekilleniyor ve böylelikle değişim başlıyor. Bu noktada iş dünyasına, hükümetlere ve uluslararası kuruluşlara büyük bir rol düşüyor. Koronavirüs pandemisi üzerine yaşanan krizin yıkıcı etkileriyle birlikte daha fazla insan, yetkili aktörlere dönüşüm için harekete geçmeleri çağrısında bulunuyor. Ve bu çağrılar, yukarıda da örneklerini verdiğimiz dönüşüm tohumları ile cevap bulmaya başlamış gözüküyor.
Dönüşümün tohumları böylelikle ekiliyor, bu süreçte yapacaklarımız ise bu tohumların yeşerip yeşermeyeceğini belirliyor. Küçülme, ister bir hayal ister gerçekçi bir alternatif olarak görülsün, gündeme getirdiği temel sorgulamalar bu süreçte hangi amaç peşinde koşmamız gerektiğiyle ilgili büyük içgörüler sağlıyor. Bununla birlikte Küçülme’nin bu sorgulamalara sunduğu cevaplar ise kriz sonrasında farklı bir dünya inşa etmenin nasıl mümkün olabileceğine dair önemli bir çerçeve sunuyor.
Derleyen: Tuğçe Kılıç
Katkı Sağlayanlar: Simge Aydın, Seza Eraydın, Asya Saydam
Tasarım: Volkan Babaotu
Ağustos 2020
Referanslar
Kaynakça
Büchs, M., & Koch, M. (2018). Challenges for the degrowth transition: The debate about wellbeing. Futures.
Demaria, F. (2013). What is Degrowth? From an Activist Slogan to a Social Movement. Environmental Values 22, 191–215.
D'Alisa, G., Demaria, F., & Kallis, G. (2020). Küçülme: Yeni bir çağ için kavram dağarcığı. İstanbul: Metis Yayıncılık. Kallis, G., Kerschner, C., & Alier, J. (2012). The economics of degrowth. Ecological Economics.
Kallis, G. (2011). In defence of degrowth. Ecological Economics 70, 873–880.
Kallis, G., Sekulova, F., & Schneider, F. (2017). Climate change, happiness and income from a degrowth perspective. Handbook on growth and sustainability içinde. 160-180.
Sachs, W. (2009). The Development Dictionary. New York: Zed Books.